AVRUPA’DA TÜRKİYELİ BİLİM KADINI OLMAK

Gokce Yurdakul
7 min readSep 28, 2020

26 Nisan 2020, Berlin

Sevgili Yıldız Hocam,

Türkiye’den doktora yapmak için ayrılalı 21 yıl oldu. Son on yıldaysa Berlin’de Humboldt Üniversitesinde çalışmalarımı yürütüyorum. Geriye dönüp baktığımda son on yıl içinde sizinle hiç görüşemediğimizi fark ediyorum. Ancak emin olun ki ODTÜ’deki anılarımız her gittiğim yerde bana eşlik ediyor. Öğrencilikten profesörlüğe evirildiğim yıllar içerisinde, amfide ders verirken, kütüphanede çalışırken, konferansta tebliğ sunarken, bir makale üzerinde çalışırken sizden öğrendiklerim her daim yoluma ışık tutuyor. Kadın çalışmalarının ve kadın akademisyenlerle dayanışmanın önemini sizden öğrendim. Katılma şansına nail olduğum dersleriniz, birlikte yaptığımız okuma ve analizler, büyük bir ilgiyle yürüttüğünüz seminer tartışmaları halen dün gibi aklımda. Siz sadece bir araştırmacı olarak değil, aynı zamanda bir insan olarak da bana ve birçok akademisyene öncü oldunuz. Sizin öğrenciniz olmuş birçok kadın akademisyenle dünyanın dört bir yanında (bazen tesadüfen) karşılaşıyorum. “A sen de mi Yıldız Hoca’nın öğrencisisin?” diyerek birbirimize sarılıyoruz. Bir kadın akademisyenin gerçek mirası yetiştirdiği öğrenciler olsa gerek…

Bu mektubu on yıldır ertelediğimiz şekilde dertleşmek ve Avrupa’da Türkiyeli bir bilim kadını olmaya dair fikirlerimi paylaşmak üzere yazıyorum. Size 2019 yılında Humboldt Üniversitesi’nde vuku bulan bir olaydan bahsetmek istiyorum: Göç üzerine bir seminer verirken dört öğrenci seminer odasının kapısını vurup içeri girdi. Ellerinde “Halkların özgürlüğü” yazan bir pankart vardı. Öğrenciler önce kısa bir bildiri okudular, ardından seminer verdiğim Humboldt Üniversitesi’nin Sosyal Bilimler Enstitüsü binasının işgal altında olduğunu açıkladılar. İşgal toplam beş saat sürdü ve bu sürede yaşananlar beni birden 1990’larda Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisi olduğum zamanlara götürdü. O çalkantılı yıllarda polisin üniversite yerleşkesine girmesi nerdeyse sıradanlaşmıştı. Her gün üniversiteye girişte kimliklerimiz ve kitaplarımız kolluk tarafından kontrol ediliyordu. Hatta bazen otobüsten indirilip o zamanın tabiriyle “üstbaş aramasına” tabi tutulurduk. Yıllar içerisinde ODTÜ yerleşkesinde birçok kez polisin öğrencilerin üzerinde güç kullanmasına ve hatta gözyaşı bombası ile eylemleri durdurmasına şahit olacaktım. O zamanlar öğrenciler olarak en büyük korkumuz polis aracına bindirilmekti. Endişeli bekleyişlerimiz arasında başlarına vurularak polis aracına bindirilen öğrencileri ve arkadaşlarımızı bir daha görüp göremeyeceğimizi düşünürdük. İşte tam da bu anıların üzerine, neredeyse yirmi yıl sonra, polis yine üniversitenin önünde belirmişti… Tabii bu sefer karşımdaki Türk polisi değil, Alman polisi… ben ise öğrenci değil, Humboldt Üniversitesi’nden bir kadın öğretim görevlisiydim. Bu sefer Ankara’da ODTÜ yerleşkesinde değil, Almanya’nın başkenti Berlin’in ortasında, Mitte’deydim.

Bir akademisyen olarak o an polisle öğrenci arasında bulunduğum rahatsız konum bana Alman polisiyle ilişkilenmemi belirleyen anılarımı, yani hem ODTÜ’deki öğrencilik yıllarımı hem de Almanya’da Türkiyeli göçmen bir kadın olma deneyimi tekrar gün yüzüne çıkardı. Almanya ve akademi içindeki deneyimimi düşünürken Arif Dirlik’in bir akademik çalışması aklıma geldi. Size bu mektupta bu çalışmayı nasıl yorumladığımdan bahsetmek istiyorum. Arif Dirlik, Amerika’da Duke Üniversitesi’nde yıllarca görev yapmış ve post-kolonyal alanda önemli çalışmalara imza atmış bir akademisyendi. 1990’larda Arif Dirlik “üçüncü dünya” akademisyeni olma konusunda bir makale yayımlamıştı. Bu makalede “üçüncü dünya” akademisyenin “birinci dünya” akademisyenine göre farkını anlatıyordu. Dirlik “birinci dünya” üniversitelerindeki “üçüncü dünya” akademisyenlerinin, yani biz, sadece kendi fikirlerini “birinci dünya” akademisyenleriyle kaynaştırdığı ölçüde tutunabilmektedirler diyor. “Üçüncü dünya” akademisyenlerinin Alman üniversitelerinde tutunabilmelerinin ön koşulu ise, onların “birinci dünya” akademisyenlerinin fikirlerinin ispat unsuru olmalarıdır. Gayatri Chakravorty Spivak’ın da dediği gibi “üçüncü dünya” insanları kendi seslerini geliştiremez. Ben ve daha nice göçmen akademisyen tüm bu anlatılanları Avrupa üniversitelerinde fiilen yaşıyoruz. Ne yazık ki “birinci dünya” akademisi bizimle ortak bir temel oluşturmak yerine, bizi kendi çalışmalarının veya liberal çeşitlilik politikalarının bir uzantısı olarak görüyor.

Eminim ki bizim de bu entelektüel kolonileşme sürecinde payımız var. Dirlik, “birinci dünya” üniversitelerinde çalışan “üçüncü dünya” akademisyenlerini egemen bir kapitalist düzene entegre olmakla suçluyor. Dirlik’e göre bu akademisyenler, “birinci dünya” akademik sisteminin kavramlarını, araştırma metotlarını ve akademik oyununun kurallarını benimsemiş ya da benimsemek zorunda kalmış oluyorlar. Yıllar içinde Kanada ve Almanya’daki deneyimlerim doğrultusunda Arif Dirlik’in bu tespitiyle hemfikirim. Ne yazık ki “üçüncü dünya” akademisyenleri olarak her zaman “birinci dünyaya” bağımlıyız. Onsuz, onun kavramları, teorileri, paradigmaları, en önemlisi onun dili olmadan var olmamız, akademik hayatımızı devam ettirmemiz şu an için mümkün değil.

Çok sevdiğim yazar Elias Canetti’nin Marakeş’ten Sesler adlı harika kitabında anlattığı gibi Marakeş şehri Fransız sömürgesi deneyiminin izlerinden hiçbir zaman kurtulamamış. Bir çoğumuz için Orta Doğu’da büyümek, savaşlarla, askeri muhtıralarla, işgallerle, politik oyunlarla, kolonileşmeyle ve derin eşitsizliklerle büyümek demek. Orta Doğu’da büyümek demek yerleşkede polis görmeye alışmak, ekonomik şiddetle ve politik belirsizlikle yaşamayı öğrenmek demek. Genç yaşımızdan itibaren hiçbir şeyin basit bir açıklaması olmadığını, her kuralın çiğnenebileceğini, her siyasal olayın bir arka sahnesi olduğunu ve kesinlikle medyaya ve siyasete güvenmememiz gerektiğini öğreniyoruz. Bunu hem kadın olarak eril bir devlete güvenmeme, hem de genç nesil olarak eril hukuku içselleştirememe bağlamında öğrendik. Hatta sizin de bildiğiniz gibi kampüste mor pankart açıp tam da bu düzeni protesto ettik.

Bunlar sadece soyut önermeler değil. Beynimize kazınmış, günlük hareketlerimizi etkileyen fikirler. Canetti’nin Marakeş’ten Sesler kitabında anlattığı gibi, yaşadığımız coğrafya sürekli zihnimizde; gittiğimiz şehirler her zaman bize eşlik ediyor. Yazdığımız akademik makalelerde, yaptığımız araştırmalarda, anlattığımız derslerde yaşadığımız ülke, Türkiye, hep bizimle beraber dile geliyor. Birinci “dünya ülkelerinde” bir şekilde yer edinmiş Türkiyeli bir akademisyen kadın olarak, tüm zamanımı, tüm enerjimi ve neredeyse tüm akademik çalışmalarımı kolonyal bir sistemi anlamaya harcıyorum. Bu konuda ben yalnız değilim. Öyle ki, bu kolonyal sistem özellikle de sosyal bilimler alanında tanıdığım birçok Orta Doğulu akademisyenin bütün hayatını işgal etmiş durumda.

“Birinci dünya” akademisinden olan iş arkadaşlarım yaptıkları araştırmalar ve yazdıkları kitaplar için ödüller kazanıp, zamanlarını toplumu daha iyi anlamamıza yarayacak bilimsel çalışmalar veya yeni araştırma metotları geliştirmek için harcarken, benim gibi “üçüncü dünya” ülkelerinden gelen akademisyenlerin çalışmaları politik(!) olduğu, yeteri kadar bilimsel olmadığı(!) gerekçesiyle yeri geldiğinde hor görülüyor. Türkiye’den gelen akademisyenler, ki bunların birçoğu politik nedenlerden dolayı Türkiye’deki üniversitelerde işlerini kaybettikleri için Almanya’ya geldiler, ancak “risk altındaki akademisyen” burslarına uygun görülebiliyor.

Tabii her şey bu kadar karanlık değil. Mektubumun başında kadın dayanışmasından bahsetmiştim ya, bunun en güzel örneği yeni tanıştığım harika bir akademisyen olan meslektaşım Nil Mutluer. Nil, uluslararası alanda ve Türkiye’de tanınmış bir kadın çalışmaları akademisyeni. Çok ilginç makalelerden oluşan, Türkiye akademisinde oldukça iyi bilinen: Cinsiyet Halleri (2008) kitabının derleyicisi. Türkiye’de “Barış Akademisyeni” olarak işini kaybettikten sonra, “risk altındaki akademisyen” bursuyla Almanya’ya geldi. Alman medyasına verdiği röportajlarda hep sığınmacı olmadığını, risk altında politik nedenlerden dolayı işini kaybetmiş bir akademisyen olduğunu vurgulamak zorunda kaldı. Risk altındaki akademisyen olmak demek sadece Türkiye’de ifade özgürlüğünün kısıtlanmış olması demek değil; aynı zamanda uluslararası bir kolonyal sistemin akademiyi olumsuz yönde etkilemesi sonucu beyin göçüne zorlanmış olmak demek. Bu akademik sistemde Türkiye’den gelen akademisyenlere biçilen görev Almanya tarafından kurtarılmış(!) olmayı kabul etmek. Alman siyaseti, medyası ve üniversiteleri bu kolonyal sistemin parçası değilmiş gibi davransalar da aslında bu kolonyal sistemin yaratılmasında payları büyük.

En nihayetinde Türkiye’nin siyasi problemleri bizim gibi Türkiye’den gelmiş ve Almanya’da çalışmakta olan akademisyenlerin tüm akademik enerjisini yok ediyor. Bütün hayatımız Türkiye’nin siyasal konjonktürüne endekslenmiş durumda. Türkiye’nin siyasi durumuyla olan ilişkimiz hem Almanya’daki akademik çalışmalarımızı ve siyasi duruşumuzu, hem de özel hayatımızı derinden etkiliyor. Kuşkusuz, Avrupa’da Türkiyeli bir bilim kadını olarak yaşadıklarımız sadece Türkiye’den Almanya’ya göç eden kadınlara özel deneyimler değil. Eminim ki, başka ülkelerden gelen, örneğin eski Yugoslavya ve Orta Doğu ülkelerinden Avrupa’ya göç etmiş, birçok akademisyen benimle benzer deneyimler yaşıyordur. Hatta geçenlerde İngiliz The Guardian gazetesinde buna yönelik bir yazı okudum. Doktora yapan İran asıllı bir kadın öğrenciye doktora süpervizörü İranlı göçmenlerin Almanya’da özgürlük ve demokrasi deneyimleri üzerine bir doktora tezi yazmasını öneriyordu. İranlı doktora öğrencisi bu fikri reddediyor ve ekliyor: “Bir İranlı akademisyen olarak yoksulluk ve zulüm üzerine yoğunlaşmaktan bıktım (Javdani, 2019).” Bu ve benzeri akademik baskılar bizim gibi Orta Doğu’dan Avrupa’ya gelen akademisyenlerin akademik yaratıcılığını yok ediyor. Sanki biz Avrupa’nın demokratik kimliğini teyit etmek için akademisyen olmuşuz.

Özellikle ODTÜ Kadın Çalışmaları Yüksek Lisans Programında sizin yanınızda çalışma fırsatı bulan kadın akademisyenler olarak, kadınlara, çocuklara, göçmenlere ve azınlıklara yapılan haksızlıklara daha duyarlı olduğumuzu düşünüyorum. Bu yüzden arkamızda bıraktığımızı düşündüğümüz siyasi problemler bizi burada da kıskıvrak yakalıyor. Örneğin Türkiye’den gelmiş veya gelmek isteyen öğrenciler bana veya benim gibi Türkçe isimli öğretim üyelerine elektronik posta yazarak yardım istiyorlar. “Hocam, ben Berlin’deyim, ev arıyorum, yardım edin” ya da “Sayın Gökçe Hanım, Almanya’ya gelmek istiyoruz. Yüksek lisans tezimi sizinle yazabilir miyim?” veya “Askere gitmek istemiyorum, acaba beni doktoraya alır mısınız?” Bir anda Avrupa’nın bir üniversitesinde öğretim üyesi değil de Türkiye’nin siyasal sorunlarına Berlin’den çözüm bulmaya çalışan biri haline geliyorsunuz. Türkiye’den Almanya’ya göç etmek isteyen, vizesi bitip Almanya’da kalmak için bir üniversiteyle ilişik mektubuna ihtiyacı olan önce benim ofisime elektronik posta atıyor. Bu elektronik postaların sayısı ulusal seçimlerden önce veya sonra artıyor, sonra Türkiye siyaseti yine stabilize olunca azalıyor. Ne olursa olsun akademisyenlere elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyorum. Hatta bir keresinde Türkiye’den gelmek isteyen bir öğrenci ile birkaç kez elektronik posta yoluyla yazıştık. Öğrenci Tuzla tersanelerinde isçi ölümleri üzerine daha önce çalışılmamış bir konuda bir tez yazmak istiyordu. Bir süre sonra e-postalar kesildi. Öncesinde öğrencinin gelmekten vazgeçtiğini düşündüm ancak bir iki yıl sonra gazetelerden Türkiye’nin doğusunda bir silahlı çatışmada öldürüldüğünü öğrendim. Bu haber beni çok sarstı. Can dostum Dilek Kurban ile dertleştim. Dilek bana bu konuda destek oldu, ama yine de Türkiye siyaseti, bazen ölüm ve kalım meselesi olarak, günlük ofis hayatımızın bir parçasıydı.

Nerede yaşıyor olursak olalım ülkelerimizde milyonlarca insanı rahatsız eden askeri istilalar, siyasi istikrarsızlık, medya özgürlüğünün kısıtlanması, kişisel güvenlik sorunları, kronik yüksek enflasyon ve işsizlik ile sürekli olarak meşgul olduk. Yine de “birinci dünyadaki” “üçüncü dünya” akademisyenleri olarak iki gruba ayrıldık. Almanya gibi ülkeler bize eğitim verme ve araştırma yapma özgürlüğü sağlamış olsa da bu özgürlük ancak onların kavramsal ve akademik dillerini konuşuyor olmamız ve kolonyal akademik sistemde onlarla iş birliği yapmamız şartıyla gerçekleşebildi. Bu iki arada bir derede kaldığımız ortamda, Türkiye’den gelen “risk altındaki akademisyenler” unvanı bizim akademisyenlerimize layık görüldü(!). Bu durumda akademik araştırmalarımızda istikrar sağlama ve siyasi görüşümüze sadık kalma arasında Dirlik’in kavramsallaştırdığı “üçüncü dünya akademisyeninde” somutlaşmış liminal bir alanda yaşıyoruz.

Meslektaşım Nil, bana geçen hafta hediye olarak bir kitap verdi. Bu kitap, bazı “Barış Akademisyenleri” tarafından yazılan denemelerden oluşan ve Sınır Ötesi Öyküler başlıklı bir derleme. Kitabı açar açmaz ilk sayfada Nil’in el yazısıyla bir notla karşılaştım: “Sen de bu hikâyenin bir parçasısın.”

Sevgili Yıldız Hocam, siz de bu hikâyenin bir parçasısınız. Sizinle yetişen bütün öğrenciler bu hikâyenin bir parçası. Bütün dünyaya yayılmış öğrencileriniz olarak “kişisel olan politiktir” fikrini hep birlikte yaşıyoruz.

Sevgi, saygı ve dayanışmayla,

Öğrenciniz Gökçe Yurdakul

Not: Mektubu okuyup yayımlanma sürecinde değişim önerilerinde bulunan Gökçe Bayrakçeken, Öndercan Muti, Tunay Altay, Nil Mutluer ve Ayca Kurtoğlu’na teşekkür ediyorum.

--

--

Gokce Yurdakul

Professor of Sociology, author of “From Guest Workers into Muslims” (2009) and co-author of “The Headscarf Debates” (2014)